Together With Me The Series - Bölüm 8
“Eve nasıl gideceksin?” diye sordu Pure, futbol sahasında yaptığımız pisliği temizledikten sonraki süreçte. O piçler sahneyi çabucak boşaltmışlardı. Knock’un tüm arkadaşlarının ise yaralı bacağının durumuyla ilgilendikleri açıktı.
Knock’a elimi uzattım; yenilmediğimi kanıtlamak için yaptığım bir güç gösterisi niteliğindeydi.
“Anahtarı ver, seni ben bırakırım.”
“Geçen seferden beri hiç sürüş pratiği yaptın mı acaba sen?” diye sordu Knock beceri seviyeme karşı temkinli bir şekilde yaklaşıp bana şüpheyle bakarak.
Daha öncesinde hiç motosiklet kullanmadığım için düşmüştük; sert bir düşüş yaşamış ve neredeyse ciddi bir kazaya neden olmuştuk. Kaza tamamen benim hatam değildi, o gün yağmur yağıyordu ve yol kaygandı.
“Evet, elbette.’ diyerek başımı da sallayarak onayladım.
“Ooo, piliçleri avlamak için süslü bir tane aldın mı yoksa?” diye alay ederek söyledi Knock.
Ona bakıp sakince cevapladım.
“Ben sen miyim be? Esmer salağın biri bir dahaki sefere benim motosikletime binecek diye buna alışmak istedim.”
Şaşkındı, başını kaşıdı, dudakları düz bir çizgi haline geldi.
Biliyor musunuz? Bu, şuan utandığı anlamına geliyordu!
Gülümsedim.
“Anahtarı ver.”
“Tamam.”
Anahtarı bana uzattı, almadan önce kısa bir süreliğine elini tuttum.
“Ah, öhö öhö!” Pure arkamızdan öksürdü. Bakışları hem şüpheli hem de kafası karışmış bir şekilde benim ve Knock’un arasında gidip geliyordu. “Etrafınızdaki bütün o ışıltılı pembe baloncukların da maşallahı var. Siz ikiniz hayırdır?”
Knock, Pure’un inanılmaz sorusunu duyduğunda kulakları alev kırmızısına dönmesine rağmen omuzlarını dikleştirdi. Diğer takımın adamlarından birkaçı ellerinin arasından kıs kıs gülüyorlardı.
“Hey! Hey! Lan! Bir şey olduğu yok. Olamaz da zaten! Asla ve katâ!
Pure o anlamı ifade etmek amacıyla sormamıştı, sadece arkadaştan biraz daha fazlasıymışız gibi göründüğümüzü kastetmişti fakat Knock’un saç diplerine kadar kızarmış olan suratını göre hiç kimse bunun sadece birazcık olduğuna inanmazdı. Min ve Few tüyleri diken diken olmuş gibi davranırken, birkaç arkadaşı huzursuz bir gülümsemeyle birbirlerine baktılar. Hem Heart hem de Pure o kadar çok gülüyorlardı ki bildiğin nefes nefese kalmışlardı.
“Vay canına! Bu resmen dramatik lezzette bir değişiklik! Ama yine de Knock ve Korn’u birarada hayal bile edemiyorum. Knock daima bütün genç ve güzel kadınların peşinde koştu, şimdi de kaslı ve sert tiplerden mi hoşlanıyor? Ah, ama bir şey hiç değişmiyor o da açık tenli kişiler!”
“Hey hey! Kesşn lan gülmeyi. Korn hepinizi yumruklamaya başlarsa vallahi karışmam!” Knock onları benimle tehdit etmişti. Görünüşe göre az önceki hareketlerim onları baya korkutmuştu. Gergin kahkahalar ve garip gülümsemeler denizi bu durumu açıkça ortaya koyuyordu.
“Özür özür, bize kızmayın.” Onu sakinleştirmeye çalışan Pure geri vites yaptı.
Knock’a dönmeden önce onlara “Sorun yok.” dedim. “Yürüyebilir misin Knock?”
Yaralı bacağına bakıldığında bırakın yürümeyi ayakta durabilmesi bile inanılmazdı. İçgüdüsel olarak ona doğru ilerleyip elimi omzuna koyarak yüzüme bakmasını sağladım.
“Bacağın çok acıyor mu?” diye sordum endişeyle.
“Neden sordun? Yoksa beni sırtında mı taşımak istiyorsun?” diye her zamanki alaycı Knock’a geri dönüş yaparak parlak gülümsemesiyle sordu.
“Neredeyse yetmiş kilosun, bunu hiç kimse yapamaz!” Dürüstçe cevapladım, pembe dizi çekmiyorduk sonuçta! Onu taşımanın imkansız olduğuna adım gibi emindim. Belki de ağırlık çalışmaya başlamalıydım. Eğer onu taşıyacak kadar güçlü olursam benden tekrar kaçması çok daha zor olurdu.
Knock sırıttı ve “İşte bu yüzden…” diye fısıldadı.
Yaralı bacağıyla beceriksizce topallayarak yürümeye çalışırken kolunu boynuma dolayıp beline sıkıca sarılarak vücudunu destekledim. Knock kafasını kaldırıp bana baktığında ona sadece gülümsedim. Bakışları tam olarak algılayamadığım bir şeyi kavrıyor gibiydi; belki bir kafa karışıklığı… Sanki bir şeyleri arıyor gibiydi ama ne aradığını kendi de bilmiydu.
“Motosikletim olmasa bile, yine de sana eve kadar romantik bir yürüyüş teklifinde bulunabilirim.” Dışarıda hala etrafımızda insanlar varken böyle davranmazdım ama ortam bizi bir şekilde hapsetmişti.
Knock bana mutluluk dolu bir şekilde gülümsedi ve “Bana karşı çok iyisin tatlım Korn..” diyerek alay etti.
Arkamızdaki arkadaşlarına el salladı. “Hey, biz gidiyoruz artık!”
Dedikoduyla dolu gözler içimizden geçiyordu. Belki ciddiye alıp almadığımıza dair yaptığımız şakalardan şüphelenmişlerdi. Muhtemelen birimizin ciddi diğerimizin ise habersiz olduğu apaçık ortadaydı ve sanırım habersiz olanın hangimiz olduğunu kolayca söyleyebilirlerdi.
Knock’un motosiklete binmesine temkinli bir şekilde yardım ederken aynı anda hem motosikleti bacaklarımla destekleyip hem de endişeli bir şekilde “Binebileceğinden emin misin?” diye sormak için arkamı döndüm. Bacağı ciddi bir şekilde yaralanmış gibiydi.
“Emin değilim, çok acıyor.” Knock o kadar çok acı çekiyordu ki yüzü buruşmuştu. O piç kurusu tüm gücüyle Knock’un ayağına basmıştı galiba. Hala çok kızgındım, o adamın burnunu ve iki bacağını da kırmalıydım!
“Biraz kay.” Onu yavaşça öne çektim ve bacağımı motosikletin üzerinden geçirip oturarak bacaklarıma biraz daha yer açabilmem için biraz daha hareket etmesini sağladım.
“Bir süre dayanmaya çalış, seni hastaneye götüreceğim.”
Knock cevap vermek yerine sadece başını salladı. Hemen diğer elimi sırtından çektim. İyi bir sürücü olmanın kıymetini şimdi daha iyi anlıyordum.
Knock’un ne kadar çok acı çektiği alnından akan soğuk terlerden belliydi. Kırık kemiği olmaması için dua ediyordum. O pislikten daha çok nefret ediyordum artık. Neyse ki başka bariz yaraları yok gibi görünüyordu.
Doktor, ayak bileğini sabit tutmak için atelledi. Bacağı kırılmadığı için koltuk değneğine gerek yoktu ama o ayağına ağırlık vermemesi gerekiyordu. Doktor ateli üç ile dört hafta sonra çıkaracağını söyledi; neyse ki Knock çok uzun süre acı çekmek zorunda kalmayacaktı.
“Off! Motosiklete böyle binmek çok zor.”
Hastaneden eve dönerken sürekli şikayet ediyordu. Onu apartman girişine bırakırken dairemin yakınlarda olmasına şükrediyordum. Şu anki üniversitesine transfer olmadan önce aynı üniversiteye gittiğimizden dolayı dairesi de benim üniversiteme yakındı. Ayrıca çok uzakta olmadığı için taşınmak için herhangi bir sebep görmemişti.
“Okulun hala tatil olması iyi yoksa daha kötü olurdu.”
Dairesine girmesine yardım ettikten sonra anahtarını ona geri verdim. Sızlanmayı bırakmamıştı fakat en azından bana teşekkür etmeyi unutmamıştı.
“Teşekkür ederim dostum.” Gerçekten minnettarmış gibi görünüyordu.
“Ne demek.”
Hastanedeyken yüzümdeki yaraları da tedavi ettirme fırsatını yakalamıştım.
Şey…
Onun yüzüne hasretle bakan ben ve kanlı dudaklarımı pamuklu çubukla nazikçe silen Knock gibi romantik bir sahne bekliyorsanız… Beklemeyin, avcunuzu yalarsınız.
“Odamda benimle birlikte yemek yemek ister misin? İstediğin kadar geç gidebilirsin. Bana yardım edecek kimse yok ve bileğim kırık. Artık böyle acınası bir şekilde yaşayacağım. dedi Knock somurtarak.
“Bir geceliğine seninle kalabilirim.” diyerek başımla onayladım.
“Harbi mi?”
“Evet.” Tekrar başımı salladım.
“Yaşasın! Benim özel bir kölem var!” Onun sevinci karşısında sadece sinirli bir şekilde başımı sallamakla yetindim.
“Acıktın mı? Hizmetçin sana yemek getirecek.” Düz bir ses tonu kullanmama rağmen içten içe çok endişeliydim.
“Evet ben de öyle düşünüyordum, çok açım.” dedi başını sallayarak. Sonra bir eliyle mutfak tezgahının üzerindeki dolapları işaret etti. “Dolapta hazır erişte var, git getir.”
“Her zaman sadece abur cubur yiyemezsin. Bu kadar kolay hastalanıp yaralanmana şaşmamalı. Böyle şeylerin besin değeri sıfır. Bekle burada, aşağı inip sana daha iyi bir şey getireceğim.”
“Ne? Korn sevgilim beni tedavi mi edecek?” Knock heyecanla bana doğru eğildi. Gerçekten kulağını çekmek istedim o an, sinir bozucu dangalak.
“Ne? Sana yiyecek bir şeyler getirecek kadar merhametliyim. Bana para ver, beleş atın dişine bakılmaz.” Bekleyen yüzünün önüne avcumu açıp uzattım.
Knock tatlı tatlı suratını astığında kendime yenilip pes ettiğimi hissediyordum.
“Neden bu kadar cimri davranıyorsun?”
“Tamam, ÖYLE OLSUN! Ben öderim. Şimdi mutlu musun?” diye sordum sakince. Knock kocaman bir kahkaha patlattı.
“Burada kal, hemen geleceğim.” dedim kapıya yürürken…
“Atıştırmalığı biraz fazla al!” diye bağırdı Knock arkamdan.
“Evet, tabi.”
Bana emir vermekte üstüne yoktu, patron rolünü çok iyi oynuyordu. Ben de beni istediği gibi kullanmasına izin veriyordum. Zaten beden, kalp ve ruh olarak tamamen ona ait olduğumun farkında bile değildi. Onun acıyla kıvranan yüzünü gördüğümde ne emrediyorsa itaatle yerine getirmiştim. Böyle davrandığım için kendimden nefret ettim fakat kendime engel olamıyordum.
İleride de tüketmesi için saklamak amacıyla birkaç farklı çeşit yiyecekten, aperatiflerden ve sütten yedişer on birer adet aldım. Atıştırmalıklar sadece Knock için değildi; kendim için de bir şeyler seçmiştim. Knock karşıdan narsist bir adam gibi görünse de tatlı ve yağlı yiyecekleri sever. Tayland yemekleri söz konusu olduğunda; gerçekten acı şeyleri ya da zengin, hindistan cevizi sütü içerikli şeylere bayılır.
Ağır, tatlı yiyeceklerin büyük bir hayranı değilim ama arada yiyorum. Yemekte damak zevkimize gelince çok fazla fikir ayrılığı yaşıyoruz.
Yiyecek alışverişi bittiğinde odaya geri döndüm. Kapıyı kilitlemeyeceğini bildiğimden kapı kolunu çevirip içeri girmeye hazırlandım. Kola dokunduğum anda kapı içeriden açıldı.
“Ah, Korn!” O KIZ Knock’un odasından çıkıp parlak gülümsemesiyle beni selamladığında afalladım.
“Pleng?” Yüz hatlarıma okunamaz bir maske yerleştirerek adını tonsuz bir şekilde söyledim.
“Knock uzun bir süreliğine gittiğini söyledi de ben de seni aramak için aşağı inmek üzeredim. Knock’un arkadaşı beni arayıp ayak bileğini burktuğunu söyleyince endişelendim ve hemen aceleyle buraya geldim.” dedikten sonra bana parlak ve sahte bir şekilde gülümsedi.
Aslında Pleng açık bir şekilde öyle söylememiş olsa da kendimi her şeye burnunu sokan kişi gibi hissetmiştim.
“Hadi içeri gel Korn. Knock az önce uyuyakaldı, senin için onu uyandıracağım.”
Bana karşı hala cömert bir ev sahibesi gibi davranmaya çalışmakla meşguldü.
“Uzun bir süre kalmayı mı planlıyorsun?” diye sordum doğrudan.
“Başlangıçta sadece onu kontrol edip gitmeyi planlıyordum. Knock çok cilveli biri, gece kalsaydım uyuyamazdım malum fakat Knock kalmamı isteyince kabul ettim.”
Sustum, buna ne diyerek cevap verebilirdim ki?
“Sorun ne Korn? Berbat görünüyorsun?”
Sorusu ilk başta benim için endişeleniyor gibi görünse de yüzünün arkasında gizlediği neşeyi hissedebiliyordum. Doğal olarak bu da beni daha iyi hissettirmiyordu çünkü Knock’u iyi tanıyordum.
“Lütfen yemeği ona ver.”
Az önce aldığım tüm yiyecek torbalarını ona uzattım. Aldı ve hepsini gözümün önünde çöp kutusuna atarken hala aynı küçümseyici, tatlı gülümsemeyi kullanıyordu.
Gözlerimi kıstım ama susmaya devam ettim.
“Ben de bir sürü şey aldım o yüzden senin aldıklarına ihtiyacı olmayacak.” Yüzünü kaldırdı ve kollarını kibirli bir şekilde göğsünde kavuşturdu.
“Ve artık masken nihayet ortaya çıkıyor.”
Sırıttım.
“Benim oyunculuk yaptığımı söyledin fakat sen gerçek yüzünü asla göstermiyorsun. Sevgilim hakkında ne düşündüğünü bilmediğimi sanma. Heh! Zor zamanlar geçireceksin çünkü ben Knock’u kimselere vermiyorum.” Pleng bana tepeden bakmaya çalışıyordu.
“Eee e yapayım yani?”
Ona döndüm, eğlendiğim yüzümden belli oluyordu.
“Utanma utanma, sevgilimi mi çalmaya çalışıyorsun?” diye sordu, belli ki sinirlenmişti.
Sadece gülümsedim.
“Ne demeye çalışıyorsun? Çıkar ağzındaki baklayı artık.” Sakinmiş gibi davranıyordu ama bana gerçekten tokat atmak istiyor gibi bir hali vardı.
Ona doğru eğildim, söyleyeceklerimi doğrudan kulağına fısıldayacak kadar yakındım.
“Sevgilini ‘çalmak’ gibi bir zorunluluğum yok. O zaten uzun zamandır bana aitti; sadece bunu sen bilmiyordun, o kadar.”
Ondan uzaklaştığımda Pleng’in yüzündeki tüm kanın çekilişini izledim. Gülümseyip ona göz kırptım. İşaret ve orta parmağımı birleştirip kendi apartmanımı işaret ederek veda hareketi olarak el salladım ve aniden gelen kaygısızlık hissiyle oradan ayrıldım.
Onunla açıkça kavga etmek istemiyordum ama belasını arıyorsa… O başına bir bela gelecektiç
Ona, gerçeği bizzat ben söylerdim.
Başlarda gidecek başka bir yerim olmadığı için eve gitmeyi planlamıştım ama Knock’u terk ediyormuş gibi hissetmekten kendimi alıkoyamadığım için eve gitmek yerine apartmanın girişinde oyalandım. Zemin kattaki dükkanın duvarına yaslanıp sigara içtim, kendimle ne yapacağımdan pek emin değildim.
Çok geçmeden yağmur yağmaya başladığında yaratık şeklindeki heykel olan gargoyle gibi bir tentenin altına girdim. Bu beni daha çok sinirlendirdi.
“Bu ne ya? Şimdi de bardaktan boşalırcasına yağıyor!”
Damarlarımdaki adrenalin ve kabadayılık etkisini yitirdiği için kendimi aşırı sinirli ve kızgın hissediyordum. Bu yüzden de gecenin boşluğuna sızlanıyordum. Aynı sıralarda apartmanın önüne bir taksinin yanaştığını gördüm ve tanıdık bir kadın silueti hemen şemsiyesini kapatıp o taksiye bindi.
Bunu gördüğümde “Plern Pleng gece kalmayacak mıydı lan?” diye mırıldandım kendi kendime ama hala sinir ve kızgınlığım devam ediyordu.
Pleng, yakındaki bir tentenin altında durduğumdan habersiz, gizlice gitmiş ve onun bu gidişine şahit olmuştum.
İtiraf etmeliyim ki hala kalbime bir diken saplanıyormuş gibi hissediyordum ama zihnim bir cam kadar berraktı.
Knock ile ilgili her konuda, Pleng’in benim yerime onunla ilgilenmeye hakkı vardı.
Arabanın arka lambalarını gözden kayboluncaya kadar izledim.
Gidip Knock’u kontrol edecek havada değildim.
Suda yürüyen ayak seslerinin bir şeyi sürükleyen nemli uğultusunu duyduğumda kafamı çevirerek etrafa bakındım. Yağmur hala şiddetle yağmaya devam ediyordu ve yaklaşan ses ürkütücü bir şekilde korku filmlerinden fırlamış gibiydi. Kalbim hızla çarparken vücudumdaki her kas; savaşa hazır, sarmal bir yay gibi gerildi. Eğer bu ses, yaklaşan psikopat bir katilden geliyorsa bu gece uğraşacak yanlış kişiyi seçmişlerdi.
Bir insan silueti görür görmez gözlerim büyüdü.
“Lanet olsun Knock!” diye bağırdım ıslak bir şekilde yanımda kıpırdanırken. Giysileri tenine kadar sırılsıklam olmuştu ve o ürkütücü sürükleme sesi aslında onun yaralı bacağını sürükleyişinden geliyordu.
Ona doğru koşup sağlam bacağının üzerinde sabit durmasına yardım ettim. Knock ıslak tişörtüyle ıslak yüzünü sildi ve hiç zaman kaybetmeden azarlamaya başladı.
“Yemek yemek için mi buraya indin yoksa ölmeyi mi bekliyorsun? Uyuyana kadar seni bekledim ve uyandığımda da hala yoktun! Bu yüzden aşağıya inip sana bakmak zorunda kaldım!”
Azarlayışı, şuan yağan sağanak kadar sert bir şekilde üzerime düştü. O kadını gece kalması için davet ederken ve bize ait bir planı bana sormadan değiştirirken beni azarlamaya ne hakkı vardı ki?
“Pleng varken ben neden üçüncü tekerlek olayım ki?” Sinirle ona döndüm.
“Hay sıçayım senin üçüncü tekerleğine lan! Bir süreliğine uğradı kalmak istediğini söylediğinde onu reddettim çünkü biz bir plan yapmıştık zaten. İlaçlarımı aldıktan sonra seni beklerken biraz kestirdim. Tekrar uyandığımda Pleng gidiyordu ama o kadar uzun zamandır yoktun ki aşağı inip seni aramak zorunda kaldım!”
Knock’un yaptığı uzun açıklamayı dikkatle dinledikten sonra irkildim. Bu; Pleng kapıyı açtığında aslında çıkmak üzere olduğu ama Knock’la kalmamam için beni kışkırtmak için bir yalan söylediği anlamına mı geliyordu yani?
Kendi kendime güldüm, ne manipülatif bir kadın lan bu böyle?
“Ben senin kadar önemli değilim.” Yalnızca sakin bir şekilde karşılık verdim.
Knock’un yüzü öfkeyle kaskatı kesildi ve “Önemli olmasaydın neden bu sıçtığımın bacağıyla seni aramaya çıkayım be?! Yağmur o kadar şiddetli ki vücudumda egzamaya yol açıyor!” diye bağırdı. Kendini bir maymun gibi kaşıdığında kendimi gülmekten alıkoyamadım.
“Kaşıma, yara yapacaksın.”
Elini çekip şefkatle tuttuğumda benden kaçmamasına şaşırdım. Yağmur dinene kadar sessizce tentenin altında bekledik. Yaralı olan bileğine fazla ağırlık veremediğinden sağlam bacağı tüm ağırlığı taşımanın verdiği yorgunlukla titrediği için ona destek oluyordum.
“Şey, bugün olanlar benim hatamdı.” dedi Knock alçak bir sesle.
“Ne alaka?”
Meraklı gözlerle ona baktım. Sanki garip hissediyormuş gibi burnunu ovuşturdu ve gözlerini benden çekip yere baktı.
“Futbolda berbatım ve senin de yaralanmana neden oldum, tabii ki özür dilemeliyim. Benimle gelmeni istemeseydim şimdi bu durumda olmazdık.”
“Bunu şöyle düşün; en azından yaralı ve yalnız değildin.” Kollarından tutup onu daha da yakınıma çektim ve hem fiziksel hem de zihinsel olarak destek olduğumu göstermek istedim. Omzunu okşadığımda yüzünde yavaş yavaş bir gülümseme belirdi.
Yağmur nihayet odasına dönmemize yetecek kadar hafiflemişti.
Bacağını sarmalayan büyük atel rahatsız edici olduğundan Knock’un duş alıp üstünü değiştirmesine yardım ettim. O çıplakken ikimiz de garip ifadelere bürünüyordum. Birbirimizle doğrudan göz göze gelmeye cesaret edemiyorduk. Özellikle de ben deli gibi kızarıyordum ve neden olduğundan tam olarak emin olamasam da kulaklarım yanıyordu.
Tüm bu süreç boyunca ikimiz de tek kelime konuşmadık. Normalde Knock, beni acımasızca kızdırmak için eline geçen hiçbir fırsatı kaçırmazdı ama o bile sessiz kaldığı için ortam tarif edilemez derecede rahatsız ve gergin bir havaya bürünmüştü.
Knock’un koltuğa uzanmasına yardım ederken “Bana yiyecek ve abur cubur almaya gittiğini söylemiştin, neredeler?” diye sordu.
Sevgilin tarafından çöpe atıldı!
Kelimeler kafamın içinde sinirle yankılanırken ben de içimden kendi kendime haykırıyordum ama onları yüksek sesle dile getirmekten kendimi alıkoymayı başardım.
“Neden susuyorsun? Yoksa gerçekten unuttun mu?” diye sordu Knock tekrar inanamayarak
“Evet unutmuşum.” diye kısa bir cevap verdim. Kız arkadaşıyla ilgili saçma sapan konuşmayacaktım, o benim hakkımda saçma sapan konuşsa bile!
“Hazır erişte yiyeceğiz o zaman. Yemeği ciddi ciddi unuttuğuna inanamıyorum ya!” Şakacı bir tavırla omzumu ittiğinde ben sadece omuz silktim ve itaatkar bir şekilde erişteleri hazırladım.
İkimiz de ikişer paket yiyip hiç konuşmadan erişteleri höpürdettik. Tereddüt ederek sessizliği bozmaya çalıştım.
“Son zamanlarda Pleng ile aranız nasıl?” diye sordum sessizce.
“Pek iyi değil, çok kavga ediyoruz.”
Konuyu kız arkadaşından açtığım için sinirlenmiş gibi bir hali vardı.
“Neden?”
Daha fazla bilgi alabilmek için baskı yaparsam daha ayrıntılı anlatacağını umarak tekrar sordum.
“Benden sürekli yapmak istemediğim şeyleri yapmamı istiyor ve bu gerçekten sinirlerimi bozuyor. Arkadaşlarıyla tanışmamı istiyor, sanki tek amacım onun gösteriş yapması için arm candy* olmakmış gibi.” Knock’un kırgın sesi odada açık bir şekilde yankılandı.
(Ç/N: Çevreye önemli ve varlıklı biri olarak görünülmek istendiğinde beraber gidilen ama aslında hoşlanılmayan partner)
“Seni rahatsız ediyorsa yapma.” Sesin sakin çıktığı için Knock şaşkın şaşkın bana baktı. “Sadece kendin ol. Senin gibi bir adam başkalarının ne düşündüğünü umursamak zorunda değil. Sana olduğun gibi değer veriyorum çünkü bu dünyada sen bir tanesin sonuçta.” Sözlerim samimi ve ciddiydi.
Knock ensesindeki saçları kaşıdı, utançtan pancar gibi kıpkırmızı olmuştu.
Sözlerim onu utandırmıştı. Yüzüme yayılan geniş gülümsemeye engel olamıyordum.
“Daha önce şekerleme yaptığım bir zaman bu durumun rüyasını görmüştüm.” Aniden geri vites yapıp konuyu değiştirdim. Akışına bırakmak zorunda kalmıştım.
“Ne gördün?”
“Rüyamda bir yılan gördüm.”
“Yılan mı?” Nedense bu durum ilginçleşmeye başlamıştı, Knock iyice sürünüyormuş gibi görünüyordu.
“Genellikle insanlar vücutlarına dolanan yılanlar görürler rüyalarında, değil mi? Ama ben onun tarafından yeniliyordum. Çok büyüktü!”
“Rüyanda diğer yarını falan mı gördün?”
Erişte kaseme bakarak kıkırdadım.
“Bunu sadece kızlar rüyalarında görüyor sanıyordum, belki de çok film izlemişimdir?” Omuz silkip yemeye devam etti.
“Olabilir, çünkü gerçekte yemek sen oluyorsun… Ya da belki de yılan beni temsil ediyordu. Malum seni iki kez tamamen yuttum.” Onunla dalga geçip kaşlarımı kaldırdım.
“Kapa çeneni! Beni bir daha yemeyeceksin.” diyerek somurtarak şikayet etti Knock.
“Ah, evet yapacağım!” Sırıttım.
“Sana yemek çubuklarını atmamı ister misin? Canın yanacak, biliyorsun. Denemek ister misin? Gel, deneyelim!”
Beni tehdit edişine yüksek sesle güldüm ama daha fazla yorum yapmaktan kaçındım.
Bu adam, benim yüzümden bu şekilde utandığında çok tatlı oluyordu be…